26 Şubat 1992...
Günlerden Çarşamba, gece yarısı…
Azerbaycan; Dağlık Karabağ'ın Hocalı kenti... Sözün bittiği yer......
Bağrından nice ünlü ilim adamları ve nice büyük sanatkârları çıkaran, İlisu ve Hocalı çaylarının buluştuğu mukaddes topraklar üzerinde kurulmuş olan bu tarihî kent, çok şiddetli bir kış yaşıyordu.
Her zaman olduğu gibi, o akşam da insanlar erkenden evlerine çekilmiş, doğalgaz hatları çalışmadığı için de kendi çabalarıyla ısınmaya çalışıyorlardı.
Çıplak ayaklı çocukların dondurucu soğuğa aldırmadan kartopu oynadığı sokaklar, son günlerde hava kararmadan terkedilir olmuştu. Caddeler ıssızdı. Ortalıkta sinsice dolaşan ağır bir kan kokusu vardı.
Toprak ve kerpiçten yapılmış olan binalar sanki bu görünmez tehlikeden korunmak için birbirine yaslanarak kuvvet alıyordu. Meçhul bir saldırıyı beklerken damlarındaki kar yığınlarının altında ezilerek küçülen evler bile bu tedirginliğin derin izlerini taşırken, tehlikeyi koklayan hayvanların, hatta sokak köpeklerinin bile sesi çıkmaz olmuştu.
Ortalıkta çıt yoktu…
Yöneticiler ise gaflet içerisinde, ağır bir siyasî sarhoşluğun kucağında, yarı baygındı...
Dolunay olduğundan her taraf aydınlıktı. Kar beyazlığına vuran ayın şavkı, âdeta geceyi gündüze çevirmişti.
Evlerin pencerelerinden görünen solgun ışıklar birer birer kararırken, Hocalı halkı da derin bir uykunun kollarına bırakıyordu kendisini.
Evlerin birinden bir çocuk ağlaması işitildi. Peşinden sönük bir ninni döküldü sokaklara:
Benim yavrum uyuyacak
Uyuyup da büyüyecek
Mekteplere gidecek
Yeke adam olacak...
-Eee... Eeee bebeğim eeee…
Hazangül, kardeşinin ağlaması ve annesinin de küçük yavruyu tekrar uyutmak için ninni söylemesi üzerine uyandı. Zaten zorlukla uyumuştu…
Sekiz yaşındaki Hazangül bu akşam bir başka tedirgindi. Kalın yorganı üzerinden atarak ayağa kalktı. Üşümek pahasına da olsa küçük bedeni, bu ağır yükten kurtulmak isterken, önleyemediği bir duygu yoğunluğu içerisinde, aynı odayı paylaştığı babasının yere serilmiş yatağına doğru yöneldi. Sadece iki metre uzağında olan sevgili babacığını nedense çok özlemişti.
Babası uyanıktı… Yanına sokulduğunda ise baba Tevekkül Emirov, kızını şefkatle kollarına aldı.
Tevekkül, hem yavrusuna hem de küçük kızın kucağında sımsıkı tuttuğu oyuncak bebeğe dikkatle baktı.
Kızının simsiyah sırma saçları neredeyse bütün yastığı kaplamıştı. Yüzü ay gibi parlak, yanakları al aldı… Yaşından daha büyük gösteriyordu. Karanlığın ışığında yetişkin bir genç kız gibi görünüyordu. Uyku mahmuru kara gözleri yarı kapalıydı… Uzun kirpikleri ok gibiydi. Tevekkül, parmaklarını tarak gibi yaparak Hazangül'ün saçlarını düzeltti. Kızını okşadı, okşadı…
-Ata can, bebeğimin ayakları üşümesin. O da bizimle yatsın.
-Beli yavrum, onun da üstünü ört. Haydi menim nazlı kızım, uyuyalım…
Hazangül, babasının yanağına sıcak bir buse kondururken, ona iyice sokuldu.
Annesi küçük kardeşini uyutmak için ninni söylüyor; Hazangül de bu fırsattan istifade ederek babasını kokluyor, kokluyordu…
-Ata, magazinden mene ne alacaksan?..
-Ay menim geşenk gızım!.. Her ne isteyirsen onu alaram…
Biraz sonra Hazangül'ün küçük kardeşi uyumuş ve annesi de ayağa kalkarak perdeyi biraz aralamıştı ki; o anda gözleri kör edecek kadar dehşetli bir ışık doldu içeri. Peşinden müthiş bir ses… Sonra her şey karardı…
Kıyameti andıran bu dehşet anında yerin derinliklerinden yukarı doğru bir sarsıntı başladı. Sanki toprak kaynıyordu… Ağır ve keskin bir barut ve peşinden de derin bir yanık kokusu yayıldı…
Baba-kızın bu uzun kış gecesi yaptıkları bal muhabbet, şiddetli bir patlamayla sona ererken, ışık ve ses terkibine odada bulunan bütün eşya da müdahil olmuştu.
Müthiş bir ses, bir ses daha…
Peş peşe patlayan ağır top mermileri ortalığı cehenneme çevirmişti.
Hazangül'ün kulakları duymuyor, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Babası onu göğsüne yapıştırmış, tavandan dökülen taş-toprak parçalarından korumaya çalışıyordu. Bir müddet sonra, kırılan camlardan içeriye dolan soğuk rüzgârın etkisiyle Hazangül ürperdi ve biraz toparlandı. Keşke kendine gelmez olsaydı da bundan sonra göreceklerini, görmeseydi.
Titriyordu...
Diğer çocuklarını iki eliyle kucaklamaya çalışan annesi ise bir yandan feryat ediyor ve acı içerisinde inliyordu. Anlaşılan yaralanmıştı…
Kısa bir süre sonra kendilerini kent mezarlığının duvarının dibinde buldular. Şehre bir akbaba sürüsü gibi giren Ermeniler, ilk saldırı sonrası sağ kalabilen kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivilleri, kabristanın yanındaki meydana toplamışlardı.
Hazangül dünyaya gözlerini açtığında babası ona bu ismi verirken acaba ilerde olacakları görmüş müydü?
Elbette bilinmez…
Fakat gerçek bir hazan yaşanan Hocalı Meydanı'nda sekiz yaşındaki Hazangül, Adem Peygamber’le başlayan insanlık tarihinin en olmazlarını görüyordu.
Ermeniler, kent meydanını bir mezbahaya çevirmiş, kan içmeye bir türlü doymazken, şehrin her yanına ölüm yağıyor, sağ kalanlar ise ölümü hasretle aratacak ağır bir zulüm altında inliyordu.
Babası, Hazangül'e öyle sarılmıştı ki; kent meydanına gelene kadar onları ayıramadılar. Annesi ve diğer kardeşlerini onlardan koparmışlardı. Daha sonra kafasına demirle vurarak kollarını gevşettikleri Tevekkül Emirov'un el ve ayaklarını kablo ile bağlayıp üstüne de benzin dökerek, ateşe verdiler. O ise alevler içinde yanarken kızına doğru hamle yapmak istedi:
-Yavruuum…
Sonra alev yumağı içinde kaybolurken son defa yanık ve kesik bir feryat daha yükseldi:
-Ay Allah, yandım…
Babası meşale gibi yanarken Hazangül ona doğru atıldı. Serçe kadar küçük bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı ve babasına koşarken düştü, bayıldı. Hazangül saatler sonra kente girenler tarafından yattığı yerde bulunarak hastaneye kaldırıldı. Sımsıkı tuttuğu bebeği ise hâlâ kucağındaydı.
Pirşağı'da Entike ninesinin himayesinde dört yetim çocuk ile beraber büyüyen Hazangül'ün kulaklarında babasının ağzından dökülen o ses hep yankılandı, durdu:
-Ay Allah, yandım…
Aynı meydan ve aynı an…
Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atmaya başladılar.
Atalarından miras kalan bir kumar oynayacaklardı.
Bu dehşet kumarı onlar için bir çeşit ibadetti.
Ermeniler, tarih boyunca birçok yerde olduğu gibi Hocalı’da da bu oyunu sahneye koymak için acele ediyorlardı.
Karnı burnunda olan kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. O ise, feryat bile etmiyor, sadece boş gözlerle yere bakarken, bir hazan yaprağı gibi titriyordu.
Güzel yüzünü süsleyen inci dişlerinin kenarından süzülen kan boynuna doğru ilerledi. Daha önce oldukça hırpalanmış olduğu anlaşılıyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı…
Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı:
-Akçik, manç?.. (Kız mı, oğlan mı?)
-Akçik... (Kız)
Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnını bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Bu işi daha önce defalarca yaptığı her hâlinden belli oluyordu. Tecrübeliydi...
Genç annenin dizleri oynadı ve başı yana düştü. Sesi çıkmamıştı…
Her iki Ermeni, bebeğin cinsiyetini inceliyordu ki; nihayet uzun boylu olanı kanlı gözlerini üzüntüyle kırparak konuştu:
-Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş)
-Yes şahetsa payts ays bubrikı inç bes bidi gişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)
-Mayrigı bedge gişdatsine. (Annesi besleyecek elbette)
Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
-Mayrig yerahayin zizdur. (Çocuğa meme ver)
Bütün bu olmazların olduğu dakikalarda Hocalı meydanının diğer tarafında tek kale bir futbol maçı hazırlığı vardı. Oyuncular oldukça iddialı ve bir o kadar da istekliydiler. İki kesik kadın başını kale direği yapmışlar ve bu arada bir top arayışına girmişlerdi.
Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:
-Asiga maz çuni yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek... (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...)
Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü…
Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vuruyor, vuruyorlardı…
Ve dünya, dönmeye devam ediyordu…
Bu acıya yer ve gök nasıl dayandı!..
Canlı-cansız varlıklar niye hareketlenmedi acaba!..
Yıldızlar birbirine çarpıp dünyanın başına niye yağmadı!..
Hızarla kollar, ayaklar kesilirken, güneş niye parçalanmadı!..
İnsanlar teneke gibi katlanırken, gökkubbe niye dürülmedi!..
Bebek, boyu kadar bıçakla annesinin memesine şişlenmişken, dağlar niye yürümedi!..
Yavrular kazanlara atılırken, denizler niye kaynamadı!..
Hazangül karlar üstünde bebeği ile uzanmışken, ay niye sönmedi!..
Bir kasırga çıkıp da yeryüzündeki bütün binaları niye temelinden söküp de göklere savurmadı!..
Hani özlem ve hasretle beklenen o kutlu gün niye gelmedi!..
Kıyamet!..
Hayır, canlı, cansız eşya ve bütün mahlukat, yerküre tarihinin bu ağır imtihanında sınıfta kalmıştı…
Ermenilerin elinden kurtulanlar, saatler sonra çevre köylere ulaştığında ise kötü haber duyulmuş oluyordu.
Ajanslar, "Katliam Tarihi"nin en kara haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Türkiye'de büyük bir dehşet uyandıran katliama ilişkin ilk görüntüler ise TRT aracılığı ile duyurulmuştu. Bütün olanları batılı gazeteciler, özellikle de New York Times belgeledi ve Ermeni vahşeti böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Ancak batılı devletler her zaman olduğu gibi bu vahşeti de görmezden gelecekti.
26 Şubat'ın ilk dakikalarında harekete geçen ağır zırhlıların palet sesleri ve boğuk motor gürültüleri ile 'yandım, yandım' sesleri birbirine karışmış ve ortalık âdeta cehenneme dönmüştü. O meşum gece yarısı, güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi'nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvigarov komutasındaki 366'ncı Rus Motorize Alayı, Hocalı'ya saldırarak tarihin en vahşî katliamlarından birini yaptılar.
Oldukça önemli bir coğrafik yapıya ve stratejik bir konuma sahip olan Hocalı'yı, "Ermeni Kuldur Desteleri" 10 Eylül 1991 tarihinden 25 Şubat 1992 tarihine kadar geçen 5 aylık süre içinde zaten çok ağır bir kuşatma altında tutmuşlardı.
26 Şubat gecesi Rus motorize alayının tanklarından açılan top ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getirilerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi.
Şehri savunan askerlerin son kurşunlarına kadar vuruşarak kahramanca şehit olmasından sonra savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşîce katlettiler.
Sağ kalanların bazıları ara sokaklardan kaçarak kent dışına çıkmış ancak burada da başka bir tehlike ile boğuşarak komşu köylere ulaşmışlardı. Sona Eliyeva isminde bir Hocalı sakini, kız kardeşi ve onun çocukları ile beraber 12 gün boyunca aç-susuz, yalnız kar yiyerek, gündüzleri ormanlık arazide gizlenip, geceleri yürüyerek Ağdam’ın Karahacı Kabristanı civarına gelip çıkmışlardı. Onları bulan Millî Ordu'nun askerleri derhal tıbbi müdahale yaparak donmaktan kurtarmıştı.
Ermenilerin işgal ettikleri Hocalı'da dehşet verici olaylar yaşandı. Canlı canlı insanların kafataslarını yüzdüler, sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar. Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler. Genç kızların önce saçlarını, sonra da kafa derilerini yüzdüler. Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşunlara dizdiler. Kesik kafaları sepetlere doldurdular.
Bir soykırım tarihi daha Rus desteğindeki Ermeniler tarafından kan ve kin kusan namlularla yeniden yazılıyordu.
Bu saldırı, Ermeniler’in Azerbaycan'da Türkler’e karşı yaptıkları ilk katliam değildir. 1905 ve 1920 yılları arasında Azerbaycan'ın Bakü, Şamahı, Kuba, Gence ve Karabağ bölgelerinde yine Rus askerlerinin yoğun desteği ile büyük katliamlar yaparak binlerce insanımızın acılar içinde hayatını kaybetmesine sebep oldular.
Dünya savaşından sonra Doğu Anadolu'da; Erzurum, Kars, Bitlis illerinde oynadıkları kirli oyunu, yıllar sonra bu kez Türk toprağı Karabağ'da sahneye koymuşlardı.
Bugün bile Anadolu'nun dört bir yanında, sömürgeci ülkelerin desteğindeki Ermeniler’in yaptığı soykırıma uğrayan Türkler’in toplu mezarları ortaya çıkmaktadır. Birinci Dünya savaşında Anadolu'da silahlanarak ve Rus birlikleri tarafına geçip bizi arkadan vurarak büyük katliamlar yapan Ermeniler, şimdi de Azerbaycan'da silahbaşı yapmışlardı…
“Neden böyle bir Türk düşmanlığı ve neden böylesine vahşî katliamlar?” sorusu kafalara takılırken, cevap yine o şer ülkesinden geliyordu. Ermenistan'daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye'nin 12 ili yer almaktayken, Ermenistan'ın bayrağında Türkiye hudutları içindeki Ağrı Dağı’nın resmi varken, Ermenistan Millî Marşı’nda "Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün" denmekteyken, başkaca bir neden aramaya zaten gerek yoktur.
Hesap ortada…
Tarihte sivil Türkler’i arkadan vurarak ün yapan ve bugün hâlâ kin, nefret duyguları saçmaya devam eden ve de "Soykırım" iddialarıyla dünya kamuoyunu bulandırmaya çalışanların marifeti, Hocalı'nın kanlı tarihinin ölüm yapraklarında saklıdır.
Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı'ya, eski Sovyet İttifakı Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile Ermeni Silahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu 613 Azerbaycan Türk'ünün hayatını kaybettiği resmî olarak açıklandı.
Ancak kayıp sayısının bu rakamların çok çok üstünde olduğu bilinmektedir. Kayıtlı olarak; bu yoğun saldırılar sırasında 613 kişi hayatını kaybetti. Bunların 106'sı kadın, 83'ü de çocuklardan oluşuyordu. Ayrıca 56 kişi de, hamile kadının karnının yarılması ve küçük çocuğun başının kopartılması gibi ve benzeri hususî işkencelerle katledildi...
Bu alçak saldırıda 487 kişi ağır yaralanırken, 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla canını kurtarmış ancak bu olayın tahribatından ruhları ve hafızaları asla bir daha kurtulamamıştır.
Şahitlerin anlattıklarını dinleyenler önce kulaklarına inanamadı. Fakat katliam sonrası Hocalı'ya girdiklerinde ise, görgü tanıklarının abartmadığını kısa sürede anladılar.
Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın boyutunu da anlatıyordu:
-Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci.
Sözde soykırım iddialarıyla ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti.
Peki 26 Şubat gecesi harekete geçen bu çakal sürüsüne kim emir vermişti?
Bu vahşet emrini veren yavuz-hırsız, bütün dünyayı "Ermeni Soykırımı" yalanıyla boyalamaya çalışan ve şu anda Ermenistan Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçaryan denilen kirli katilden başkası değildir.
Yaptığı terör faaliyetlerinin oranı nispetinde terfi eden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, 20 Mart 1996'da Ermenistan Başbakanı oldu.
Karabağ'da barış istediği için aşırı milliyetçilerin tepkisine daha fazla direnemeyen Levon Ter-Petrosyan istifa edince de 30 Mart 1998 yılında ondan boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna, 'Hocalı Katliamı' başsorumlusu olan azılı terörist Robert Koçaryan oturdu.
Dağlık Karabağ'ın en gözde şehri Hankendi'nde dünyaya gelen Koçaryan hâlen Azerbaycan vatandaşıdır.
Yusuf Ziya ARPACIK
Kan Fırtınası (S. 21-32)
Kaynak:https://www.facebook.com/orhan.karabina?ref=tn_tnmn#!/sevil.sekercioglu